Archive for Eylül 2012

10

No Comments »


Mutsuzluğuyla eğlenen bir kalbim olduğunun ayırdına bugün tekrar vardım. Kelimelerimi mutsuzluk oluşturuyor, mutsuzluğu mutluluk, mutluluğu da yeniden kalbim… Öylesine yürüyordum bugün Tunalı’da, işten çıkıp birkaç bardak bira içmeye arkadaşların yanına doğru gittim. Tunus’ta hep oturduğumuz pub’da, aynı masa olmasa da aynı insanlarla, aynı muhabbetler edildi tekrar. Aynı cümleleri kaç farklı insana kaç kere kurduğumun istatistiğini tutmadım ve yine aynı konuyu anlatırken kaç bardakla yüz seksen derecelik açı kurduğumu hatırlamıyorum. Başta masada beş-altı kişi kadardık, ben içtikçe anlattım, ben anlattıkça masadakilerin sayısı azaldı. En son bardağı tek başıma içtiğimi biliyorum. “Nasıl oluyor anlamıyorum” diye başladı ağzımdan çıkan ilk cümle. “Abi bir insan hayatında her şeyi doğru yapamaz biliyorum. Ama bazı hatalardan zamanla ders çıkarması gerekir. Eğer o hatadan zamanla ders çıkarılamıyorsa bir sorun vardır ve onu çevrendeki herkes ‘hata’ olarak nitelendiriyorsa demek ki yaptığın işte gerçeklik payı olan bir yanlışlık var.” derken karşımdaki ilk kişiyi kaybettim. Sonrası bilindik ve milyonuncu tekrarını yaptığım hikaye… Ve sonra bir kişi daha eksildi.
Aynı filmin kaç farklı galası olabilir bilmiyorum. Zamanı ileri aldıkça sanki aynı film tekrar tekrar gösterime girmeye hak kazanmış gibi davranıldığında ve üstüne üstlük her galada sanki hiç yaşanmamışlar yaşanacakmış da filmin senaryosunda farklılıklar varmış gibi davranıldığında doğuyor içimdeki bıkkınlık hissi. Sonrasında bir gala daha bitiyor, ne senaryoda bir değişiklik var, ne başrol oyuncularında, ne de mekanda… Tek değişken zaman. Zamanın insanları daha çok olgunlaştırdığı klişesi tamamiyle yalan. İnsanı olgunlaştıran zaman değil, insanı olgunlaştıran yaşadığı olayların kaç defa tekrar edildiği.

Bunları sadece kendime mi anlattım yoksa kaçıncı bardaktan sonra masada kaç kişi varken bahsettim onu da hatırlamıyorum. O sırada pub’da bangır bangır çalmaya başlayan Are You Gonna Be Mygirl’le kendime geldim. Bugünün silik bir gün olduğunu düşünebilirdim, bir insan ömrünün ortalama yirmi dokuz bin dokuz yüz otuz gün olduğunu baz alırsak çöpe atılacak tek bir günün kimseye hiçbir zararı olmazdı. Tam ben “ne zamandan beri tek başımayım acaba” diye sorgularken duydum mesaj sesini. “Keşke mesajı açarken heyecanlanabileceğim biri olsaydın” diye düşünerek telefona elimi uzattım ve mesajı açtım; “nasılsın?” Nasıl mıyım? “Boşversene” dedim dışımdan, muhtemelen duymadı.

9

No Comments »

Bitki çaylarının sarhoşluğuyla kalkıyorum masadan, yalnızlıkla atılan her adımda Bal daha da hareketleniyor. O, yanımızdan geçen herhangi biri için oyun oynamak isteyen bir köpek sadece. Halbuki bütün bu çırpınışlar, yalnızlığımı uyandırmak istemesinden; uyansın ve onun “ben buradayım! Yanındayım!” dediğini duysun da kıskançlığıyla kendi kendini yiyip bitirsin. Bu yalnızlık denen soğuk kan bütün vücudumu sarmışken hissetmeye başlıyorum; beni ele geçiren bu soğukluk sadece vücut ısımı bozmuyor, zehirliyor da. Öyle çok soru var ki aklımda, her birinin cevabı aşkla yazılan mektuplar gibi şişenin soğuk duvarlarında sıkışmış, denizde yüzerek dalgalarla boğuşuyor, uzaklaşıyor, kayboluyor ve hiçbir cevap gelmiyor; üşüyorum. Buralarda bir yerde sıcak bir yer mutlaka olmalı. Evet, bunca insanın ısınacağı bir yer mutlaka olmalı. Birçok yer olmalı, ıssız hiçbir insan olmamalı. İç sesim konuştukça, bedenim tekrardan ısınmaya başlıyor ve derin bir nefes alıp adımlarımı hızlandırmaya başlıyorum ki kafamı kaldırdığımda kendimi çoktan evin önüne gelmiş buluyorum. Üşüyen ellerim çantanın içinde anahtarları ararken, mesaj geliyor telefonuma; “konuşmalıyız”. Halbuki konuşmak bazen ne kadar da anlamsız, ama, istiyor işte... 

  Kendini ifade edemese de kelimelerle oynamak hoşuna gidiyor. İki kişi bir araya gelir, konuşur ve bütün kelimeler ziyan olur. Senelerce ziyan olan bütün sözcükler, mevzubahis anlamak ve anlaşılmak olduğunda, birer intihara dönüşürler. Es geçilen her bir anlama çabası, sessizlik ve gürültüyle boğuşuyor, uzaklaşıyor, kayboluyor.
İnsan, tekrarları sever. Bir sebebi olmaz çoğu zaman ama birçok sebebi de olur bazen. Sorularım nedenleriyle boğulurken, bir tekrarı yaşamak için mi konuşmak istiyor? hayır, merak etmiyorum. Konuşulanlar yetmiyor ikimize de, hiç bitmeyen konuşmalar birbirimizi anlamaya yetmiyor.

  Odamdaki cam açık kalmış ve evde dışarıdan gelen anlamsız gürültüden başka hiçbir ses yok. Oysa düşünmeye başladığım zaman sanki içeride bir yerlerde büyük bir patlama varmış gibi hissediyorum. Ne mi düşünüyorum? Hepsi sadece birer sancı. Zaten hayatın kendisi sancılı bir süreç ve yaşıyor oluşun da kanayan bir yaranın üzerini her gün yeni bir bez parçasıyla durdurmaya çalışman aslında. Sancılanmanın doğasında değişik bir şeyler var, bağımlısın bıçak saplanmalarına, zevk alıyorsun darbelerden. Kalkıp camı kapayabilirim ama –öyle kapılıp gitmişim ki düşüncelere- yapmıyorum bunu. Telefonumu sessizce alıp çantama atıyorum, ne de olsa beklediğim telefon asla gelmeyecek. Gerisinin zaten önemi yok.

8

No Comments »

Saat gece 04:00 küsur. Odamın camından dışarıya bakarken konuşuyorum kendimle. Öylesine muhabbet ediyoruz, bir kaç bel altı fıkra anlatıp eğleniyorum onunla. Dalga geçiyorum, o kadar savunmasız geliyor ki gözüme. El falına bakıyorum, uzun uzun inceliyorum ellerini. Yalnız gecelerde hep avuç içlerime bakarım, ellerimle ilgilenirim hep sebepsiz yere. Gülümsüyorum el falına, çünkü elleri o kadar yalnız bakıyorlar ki. Kokluyorum sonra, o kadar soğuk ki başkasının kokusu, çok uzaklaşmış olmalı, yıllar kadar. Avuç içindeki çizgilerini şuan göremiyorum, ayalarında hep tırnak izleri… Zaman zaman nefret ediyorum o savunmasızlıktan, yalnızlıktan ve genel olarak ondan. Üşüsün istiyorum, camı daha çok aralıyorum. İçeri gece soğuğu doluyor birden, gece kokusuyla birlikte. Ağlasın istiyorum, şöyle bir iki kere tokatlamak ve saatlerce ağlamasını sağlamak istiyorum. Öyle çok şey götürdü ki benden, her “kalp mi mantık mı?” sorusunu sorduğumda istemediğim cevabı verdi. Eline ne zaman hayali bir silah versem ve kendini kalbinden mi beyninden mi vuracağını sorsam, hep kalbinden dedi. Hiçbir boka yaramayan kalbinden… Beyni sadece vurdum duymaz bir hayalperest gibi saçmalayıp, yaşadığı andan hiç zevk almayıp ve her şeyi darmadağın edip ona kalbinden daha çok zarar verirken, o her zamanki duygusallığıyla tamamen silahı kalbine doğrulttu hep. En azından kalbi sağlam olsa, beyni olduğu anın kıymetini bilirdi belki. O sırada elime kağıt kalem alıp “Ben nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir. Charles Baudelaire” yazdım ve sokağa bakan cama yapıştırdım. Camdan dışarı her baktığında evinin başka bir şehirde olmadığını birinin ona hatırlatması gerekiyordu. “Bu yalnızlıkta kimseye bu görevi veremeyeceğim, iç sesimle hala sadece ben konuşabiliyorum.” dedim sonra kendime. Radyoda Cheers Darling çalmaya başladı o an, eşlik ettim;


“Cheers darling,
I just hang around and eat from a can
Cheers darling,
I got a ribbon of gren on my guitar
Cheers darling,
I got a beauty queen
To sit not very far from here..”


Gülümsedim camdan yansıyan siluetime. Ne kadar perişandı sokağı izleyen halim. Sonra elimdeki su bardağının altını hafifçe cama çarptım, “Cheers Darling” dedi karşımdaki siluet aynı anda bana. İnsan kendinden başka kime daha iyi derdini anlatıp, kiminle daha iyi şerefe’leşebilir ki…

7

No Comments »



Günlerdir cam kırıklarının üzerinde yuvarlanıyor ruhum ve küçüklüğümden beri öğrendiğim çaresizliğimi tek celsede kanatıyorum. Havaya atıp durduğum sözcüklerin altında enkaz olarak kalmak ve serzenişlerimin arasında hiçbir şey duyamamak çok ağır bir yük ama onu o şekilde köşeye fırlatıp da kaçamıyorum. Sahipleniyorum, tek bir vücut oluyoruz ve dışarı çıkıyoruz hep beraber. Akşamüstü hafif esen rüzgarla yürümeye başlıyoruz, Bal koşturmak istiyor ama “yüküm ağır koşamam” diyorum, halbuki dışarıya adım atar atmaz bütün yük ağırlığını çekmiş üzerimden. Artık gülümsemeye başlayabilirim; yapabildiğim en güzel şey. Gülümsedikçe kurtuluyorum sandığım bütün ağırlık, ruhumla sevişmeye başlıyor, gitgide birbirlerine bağlanıyorlar. Ne tuhaf, ne büyük bir sancı var insanın ruhunda, ruh büyümeye başladığında bedene taşmaya başlıyor, sonra da hasta oluyorsun işte. Ama iyiyim ben; tembihliyorum onu her sabah, daha güzel anıların geleceğinden bahsediyorum. Bunu her duyuşunda hissediyorum, içimdeki şey’lerin hafiflediğini. Biliyorum bu hafifleme hissini, Bal’dan öğrendim; sıcak havalarda uzun yürüyüşlerden sonra hızlı nefes alış verişleriyle kendi ısısını dengeleyip, dinlenip rahatlamasından. Oturuyorum güzel bir Cihangir kafesine ve izliyorum çevremdeki kalp atışlarını;

Acayip... hayat tabi ki… İnsanlar çok yalnız ve çaresiz. Bazısı bunu alenen yaşarken, bazısı yalnızlığını yalnızlığında saklıyor. Yaşanılanlar ve hissedilenler aynıyken, yer ve zaman farklı sadece. Yerin ve zamanın farklı oluşu bizi yalnızlığımızda bir arada tutmaya izin vermiyor, yetmiyor belki de. Bazen ise aynı evin içinde, aynı zaman diliminde acı içinde kıvranan aile bireylerinin kendi odalarında tek başlarına ağlaması, başka bir varoluş yansıması sanırım. Hayatta acı çeken o kadar çok mutsuz insan var ki.. merak ediyorum; her birinin gözyaşları nerede birikiyor? Kim saklıyor onları? Kendimizi iyileştirmek için birbirimize değil, bitkisel bir çaya ihtiyaç duyuyoruz. Aslında bunun tercih edildiğini de düşünmek mümkün ama peki ya ortada seçenek dahi olmadığını göremiyorsanız? Tercih etme zorunluluğu dersek, kelime kendi kendini imha eder, çünkü “tercih” içinde seçeneklerini çoğaltarak özgürlüğünü besler. Halbuki seçeneğin yok, tercih etmek artık körelmiş bir eylem senin için. Çayımı yudumlayarak devam ediyorum ve düşünüyorum da, insan tarafından bir araya getirilen bitkisel bir karışım ile kendimizi iyi hissetme çabası içinde sarılıyoruz fincana. Bütün bu otların bir şifası varken, sen etin ve kemiğinle üstünü örtüp, sıcacık kanına buladığın o ruhunla bir otun yanında hiç olup gidiyorsun, öylece haber vermeden. Öyle acayip ki bu hayat; kalabalık içinde kendini bir anda, evcilleştirdiğin bir hayvanınla konuşurken buluyorsun, hem de insan’ın sadece seni dinlemesi yetmezken. İnsanı bencil ve kıskanç yapan yalnızlığıdır belki de; hep en yalnız olduğumuzda daha çok dinlenilmek istememizden ve bununla da yetinemememizden.

6

1 Comment »


Bu evin kokusu bana çocukluğumu hatırlatıyor, sanki yıllardır bu evde yaşamamışım da sadece çocukluğumu bu evde tüketmişim gibi… Bazen bir koku çok şey anlatabilir, gözlerimin önüne bir çok fotoğraf karesi sıralanıyor birden.
Mutfak kapısındayım, annemle babamı görüyorum. Kulağımı öyle sıkı tıkamışım ki sadece mimiklerine bakıyorum, geri kalan şey kusursuz sessizlik. Yerde cam parçaları görüyorum, o kadar çoklar ki sanki yer sadece onlardan oluşuyor. Sonra da ayağım kanamaya başlıyor, birden tüm parlaklık kan oluyor. Geçmişin üzerinden yürüyüp geriye gidebilir misiniz üstünüz başınız kan olmadan?

Salondayım. Abimle birbirimize bakıyoruz ve gözlerimiz o kadar kısık ki, sanki çevreyi değil sadece birbirimizi görmek istiyoruz. Ses yok, bu evde ses hiç olmadı. Abimin bana sarıldığını fark ediyorum, öyle sıkı sarılıyoruz ki birbirimize sanki aramızda sadece kan bağı yok. “Kardeş” sadece aynı karnı paylaşan insanlara mı denir? Aynı karnı paylaşıp ve sonrasında da aynı kaderi paylaşan, aynı olaylarda aynı sessizliği duyan insanların arasındaki bağa ne isim verilir?

Banyodayım. Klozete oturmuş ağlıyorum. Gözyaşlarım o kadar şeffaf ki içimdeki bıkmışlığın tamamını görebiliyorum. Öylece yere damlıyorlar, yer parlamaya başlıyor birden. Sanki yokmuşum gibi hissetmek istiyorum. Yanımdaki kalem kağıda uzanıyorum ve yazmaya başlıyorum. .

Gözlerimi açtığımda evin giriş kapısına yaslanmış sadece evin sessizliğini dinliyordum. Eve döndüğüm için mutluymuşum gibi davranmaya çalışarak kendime gülünecek bir sebep yarattım, evden en son çıktığımda uçağı kaçırma telaşıyla koştururken yere düşürdüğüm ve tekrar almaya üşendiğim tokaya bakıp gülümsedim, öyle yalnız geldi ki gözüme..

5

No Comments »

Garip bir atmosfer var bu evde, güneş kendi sıcaklığında erirken yastıklarım buz tutmuş yatakta. Bir intihar mektubu yazmaya kalksam, sanki bir kelimeden fazlası için bileğimi oynatamayacak kadar buz kesileceğim ve belki oracıkta kalbim duracak. Aynada en son gülerken çekilmiş fotoğrafım ve beni yalamaya çalışan köpeğim. Dil darbeleri soğumuş onun da, düşüncelerim de üşümeye başlıyor. Keşke diyorum, keşke not yazmak için acele etmeseydim diyorum kendime. Söyleyeceklerimi alıp, cam kenarına doğru yürümeye çalışıyorum. Çok garip, bileklerim dışında bütün eklemlerimi hareket ettirebiliyorum. Kalemimi elimden bırakamadan, yırtık kağıt parçası havalanmaya başlıyor ve Bal, tam havada yakalıyor kar topunu. Söyleyeceklerim söylenemeden eriyecek havanın anlamsız boşluğunda. O sırada sözcüklerimle ağzımı bağlayarak kaloriferden güç almaya çalışıyorum ve aniden ayağım pencerenin önündeki mermere basar basmaz alev almaya başlıyor.
Galiba kahve içtikten sonra uykusu gelen o ender insanlardanım ben de, balkon hazır gölgedeyken biraz uzanayım dedim ama anlaşılan bu aşırı sıcaklar bana epey değişik bir mevsim yaşattı.

4

1 Comment »

Doğduğum kente geldiğimde yine aynı his geri gelmişti. Nasıl bazı evlerin kendine has kokusu varsa ve sadece çok çok uzak evlerden gelenler duyabiliyorsa bu kokuyu, bazı şehirlerin de kendine özgü bir kokusu var. Aralarındaki tek fark bir şehrin kokusunu o şehre girer girmez farkedemezsin, o şehre emek vermen gerekir. Tam anlamıyla "kara" kokan bir şehir Ankara, gözlerini kapatıp en yakın 250 km ötedeki denizi hayal ederek duyabilirsin "mavi" kokusunu sadece. Yakın gibi gözükse de uzaktır deniz Ankara'ya, üstüne milyonlarca kelime yazılabilir, söz söylenebilir. Umut yoktur bu şehirde, aza tamah etmeyi öğretir sana Ankara. İşte şehrin kulağına bunları fısıldarken kendimi havaalanından çoktan uzaklaşmış halde buldum. Her zaman gittiğim yere götürdü ayaklarım beni, sessizce evin kapısını açtım.

3

No Comments »


Sonunda yataktan kalkabildim. Ah bu bacağımın ağrısı.. Fena burkmuşum gece. Radyo ağrımı hafifletebilir belki.. “It’s a Heartache” çalıyor; insanlığın kalbine yazılmış. Bu dağınıklığın arasından ne de güzel sesleniyorsun bana Bonnie Tyler. Koridordaki ayna gülümsüyor bana, arkada çalan şarkıyla titremeyi bırakmış, gözlerimin kenarlarını kırıştırmış. Uzun zamandır hiç bu kadar gülmemiştim, gülmenin bana yaradığını söylemeye çalışıyor sanırım. Tamam artık, bol sütlü kahve ısmarlamaya gidiyorum yorgunluğuma. Suyun kaynamasını beklerken, en sevdiğim kupayı alıyorum raftan, hala eski sevgilimin dudak izleri var üstünde. İzlemeye başlıyorum bardaktan ağzına düşen kahvenin akışını. Sonra boşlukta yere düşüp paramparça oluyor her şey; anıları peçeteyle silip, kahve kutusuna gidiyor elim ve bunlar çıkıyor içinden;

“ Ah bu kalem de alkollü, şaşırmadım. İçkiye biraz daha iyi davran, onun da ruhunu tüketme bu kadar. Şu an haline bakıyorum da, sigaran iki parmağının arasından bana bakıyor. İçkiyi içe içe beraber tükeniyorsunuz, dikkat et. Gerçi kim olarak kime konuşuyorum ki ? Buranın sarhoşluğunu alıp, Ankara’ya dönüyorum. Not: dolaptaki son birayı aldım, cazibeli bi’ soğukluğu vardı, dayanamadım. Şerefe! “

Şerefe! 


Gülümsüyorum küçük beyaz kağıt parçasına ve tam o anda, bütün bir gece gözümün önüne geliyor ve hatırlıyorum; sessiz ve kahkaha dolu dostluğu evimde ağırlamıştım, hem de ismini bile bilmediğim. Hoş, ayıkken de ismini bağışlamayı tercih etmemiş ama bunu bilmek ister miydim onu da bilmiyorum. Bilinmezliğin içinde kaybolmuş iki insanın isimleri var mıdır gerçekten? Hem bu dünyaya fırlatıldığımızda hangimiz isimlerimizi biliyordu ? O zamanlarda bunun bizim için bir önemi var mıydı? Bir şey’leri adlandırırken, biz’ler de adlandırılıyoruz, sonra elimizde olmadan yaşama sunuluyoruz. Çünkü o çok iştahlı bir hayvan ve bütün bu evren karmaşasında sadece bizi yutmak için inşa edilmiş. Oysa bütün bunlardan haberim yoktu ben doğarken, annem ile babamın da bunu bildiğini düşünmüyorum. Belki de en başından beri aralarında bir işbirliği vardı ve aralarındaki aşk bile yalandı. Her birimiz bu yaşamın senaryosuna aidiz ve rollerimiz çoktan biçilmiş, hiç edilmek için, yutulmak için.  Ama öğreniyoruz biz de yaşamayı, sevmeye başlıyoruz senaryolarını. Köpeğim var bu leş evde beraber yaşıyoruz, ismi “Bal”.

2

No Comments »

Tavanda uzun uzun çatlaklar ve gözlerinle birleştirip şekil uydurmaya çalışarak oyun oynayabileceğin bi' çok siyah nokta var. Gözümü açtığım dünyanın, dün sabah uyandığım dünya olmadığına yemin edebilirim. Bu baş ağrısını, mide bulantısını ve öyle sürahiyle falan değil, ağzımı direk musluğa dayama isteğini başka türlü açıklayamıyorum. Bu eve nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Alkolün verdiği yetkiye dayanarak çok da hatırlamak istemiyorum. Ya odanın içi çok sisli ya da benim gözlerim hala sabaha alışamamış, şuan aynaya baksam geceden kalma kan çanağı bir çift göz küfredecek aynadan bana. Kulağımda dün geceden kalma içi depresyon kokan bi' dolu kahkaha sesi var. Etrafta toz kokusu, dili damağına yapışmış ağzımda sadece sigara tadı hissediyorum. O kadar kısa sürede nasıl o kadar çok içebildik anlamadım. Adını bile bilmediğim biriyle kaç saat birlikte sadece şarkılara eşlik edip, aynı geceye ortak olduk bilmiyorum. Her İstanbul yolculuğu aynı şekilde bitmiyor mu zaten? Tek farkı yalnız inmiştim Beyoğlu'na. Kafa dinlemek için yaptığım eylemler, kafa şişirmeye dönüştüğü için bombok değil miyim şuan? Dün gece, gecenin sonunu daha görmeden kendime söz vermiştim, "yarın sabah uyandığında kendine küfretmeyeceksin" diye, nerede uyandığımı bile bilmediğim halime nasıl saygı duyabilirim? Etrafıma bakıyorum, odada iki yatak var. Oda o kadar dagınık ki eve girdiğimde mi bu şekildeydi yoksa dün gece mi bu hale geldi bilmiyorum. Beyaz bi pikeyle sabah serinliğinden korunmaya çalışılmış bir vücut ve yataktan aşağı düşen bir çift bacağın tek eşini görüyorum. Bacağına baktığım zaman dün gece içilen alkolle doğru orantılı olarak dansın ritmini de bir hayli arttırdığımız geliyor aklıma. Sağa sola çarparak çevremizdeki insanları ne kadar rahatsız etmiş olabileceğimizi düşünüyorum. Ne farkeder ki, gecenin o saatinde sadece bacağı değil kalbinde de bi' dolu morluk olan onca insan yok muydu etrafımızda? Hala uyuyor ve ben o uyanmadan çıkmak istiyorum evden. Sarhoşken bastırılıp kahkahaya dönüşen sessizlik, sabahına ne konuşacağını bilmeyen iki insanın saçma ruh halleriyle bütünleşmeden... Kalkıyorum yataktan, etrafta kalem kağıt aranıyorum. Bırakacağım notu evin dağınıklığında ne zaman bulur bilmiyorum, çok da ilgilenmiyorum. Adımı bile yazmadığım bir not bırakıp öylece atıyorum sokağa kendimi. 16:00'da Ankara'ya uçağım kalkacak. Şimdi biraz martılarla İstanbul'u dinleme zamanı...

1

No Comments »

Bildiğim ne varsa, hepsi şişenin dibinde kaldı. İstanbul ile yuvarlandım sokaklarda, b acağımdaki morlukların hepsi sarhoş. Bu odada nasıl nefes alabildiysem, bir şekilde sabahı görebilmişim. Gerçi gördüğüm şeyin aydınlık olduğundan da şüpheliyim; güneş bu aralar çok sisli, sanki yumurta sarısı camda sigaramı söndürmüşüm de acılı gözleriyle bana göz kırpmakla yetiniyormuş gibi duruyor. Hakkı var; Taksim’in arka sokaklarında leş bir evde yaşıyorum ve sırf ona duyduğum saygı yüzünden evi havalandırmıyorum bile. En azından ayıkken pencereye dokunmadığımı biliyorum, ama, iş geceye geldiğinde havayla beraber benim de rengim değişiyor. Hayal meyal hatırlıyorum galiba; oturmuşum pencere kenarına bacaklarımı sarkıtıyorum hava boşluğuna. Neyse ki, sokaktaki kedilerin gürültüsüyle şuurum yerine geldi de ölmek için hazır olmadığımı fark ettim. Bacaklarımdaki morluklara gelince, ismini hiç bilmediğim bir dostun sarhoşluğuyla iki saat boyunca aklımı kaybedene kadar, ben de sarhoş oldum. Yani büyük ihtimal, yürüyememenin verdiği bir takım aksaklıklar silsilesi mor anılara saklandı. Sarhoşluğumuzdu bizi yakınlaştıran, soğuk biranın verdiği bir sıcaklık vardı aramızda. Tek kelime etmeden –çalan her şarkıya açılan bira kapaklarının altındaki “şerefe”ler hariç- çok konuştuk. Alkol damarlarımızda aynı hızda dolandığı içindi belki  kurulan o sessiz dostluk. Yalnız yaşanılan yaşam, o yüzden çok heyecanlanmıştı. Yaşam’ın bir dosta ihtiyacı vardı paylaşılması için – birkaç saatlik de olsa- . Şimdi ise, kahve zamanı.