1

Bildiğim ne varsa, hepsi şişenin dibinde kaldı. İstanbul ile yuvarlandım sokaklarda, b acağımdaki morlukların hepsi sarhoş. Bu odada nasıl nefes alabildiysem, bir şekilde sabahı görebilmişim. Gerçi gördüğüm şeyin aydınlık olduğundan da şüpheliyim; güneş bu aralar çok sisli, sanki yumurta sarısı camda sigaramı söndürmüşüm de acılı gözleriyle bana göz kırpmakla yetiniyormuş gibi duruyor. Hakkı var; Taksim’in arka sokaklarında leş bir evde yaşıyorum ve sırf ona duyduğum saygı yüzünden evi havalandırmıyorum bile. En azından ayıkken pencereye dokunmadığımı biliyorum, ama, iş geceye geldiğinde havayla beraber benim de rengim değişiyor. Hayal meyal hatırlıyorum galiba; oturmuşum pencere kenarına bacaklarımı sarkıtıyorum hava boşluğuna. Neyse ki, sokaktaki kedilerin gürültüsüyle şuurum yerine geldi de ölmek için hazır olmadığımı fark ettim. Bacaklarımdaki morluklara gelince, ismini hiç bilmediğim bir dostun sarhoşluğuyla iki saat boyunca aklımı kaybedene kadar, ben de sarhoş oldum. Yani büyük ihtimal, yürüyememenin verdiği bir takım aksaklıklar silsilesi mor anılara saklandı. Sarhoşluğumuzdu bizi yakınlaştıran, soğuk biranın verdiği bir sıcaklık vardı aramızda. Tek kelime etmeden –çalan her şarkıya açılan bira kapaklarının altındaki “şerefe”ler hariç- çok konuştuk. Alkol damarlarımızda aynı hızda dolandığı içindi belki  kurulan o sessiz dostluk. Yalnız yaşanılan yaşam, o yüzden çok heyecanlanmıştı. Yaşam’ın bir dosta ihtiyacı vardı paylaşılması için – birkaç saatlik de olsa- . Şimdi ise, kahve zamanı.

This entry was posted on 11 Eylül 2012 Salı. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0. You can leave a response.

Leave a Reply