Archive for Ekim 2012

14

3 Comments »

Elimde tuttuğum dikdörtgen kağıda ne kadar öylece bakakaldığımı ve kağıtta yazan üç-beş kelimeyi kaç defa okuduğumu hatırlamıyorum. Kafamı kaldırdığımda kavga eden çiftin yüzünde hafif bir tebüssüm vardı ve çikolatalarını çoktan bitirmişlerdi. Kuşlara yem atan ufaklık annesiyle birlikte banka oturmuş ve huysuzluk yapmaya başlamıştı. Dilenci etrafta gözükmüyordu ve selpak satmaya çalıştığı adamın oturduğu yer de görünüşe göre yeni bir çift tarafından geçici bir süreliğine sahiplenilmişti. Kuğulu Park’ın asıl sahipleri beyaz kuğularsa benim buradaki varlığımı pek de umursamadan suda salınmaya devam ediyorlardı. Hayatın tüm bu çarkı, elli santimetre yanımdan geçen kadının dün gece başından neler geçtiği hakkında hiç bir fikrim olmadan dönmeye devam ederken ve etrafımda o kadar çok insan varken hissettim Sonbahar’ı tüm çıplaklığıyla. İçimde biraz önce yediğim dondurmanın soğukluğu ve ağzımda karamel tadı vardı. Rüzgarda savrulan saçlarımı özgür bırakıp, durduramadığım sorular sormaya başladım sonra.
Gitmeli miyim? Daha önce hiç karşılaşmış mıydık yoksa burada mı gördü? Ne zamandan beri yanımdaydı ve ben nasıl fark etmedim? En önemlisi -kullandığımız zaman diliminde- ne kadar zaman geçtiğini bilmesem de şuan yüzünün ne kadarını hatırlıyorum? En çabuk yüzün unutulması ne kadar saçma diye kızdım kendi kendime, sanki beynime o komutu ben gönderiyormuşum da tüm bilinçaltım başkalarının emrinde şekillenmiyormuş gibi. Ses tonu kendinden o kadar emindi ki, gereksiz bir güven veriyordu. “Ses tonumu bile duymadı?” diye düşündüm, konunun anlamlandıramadığım cümlelerini savunarak. Ses tonu önemliydi, ses tonu bir insanın kişiliği hakkında %40 fikir sahibi olunmasını sağlayan önemli bir ayrıntıydı. Sonra hayatımdaki bir çok detayda olduğu gibi bu detaya da sadece benim dikkat edebilecek olmama hak verdim. Anlam veremediğim her noktaya anlam vermeye uğraştığım için şuan telefonuma gelmeyen bir mesajı bekliyordum. Yüzümdeki aptal gülümsemenin sebebi bileti elime tutuşturup hiç bişey söylememi beklemeden uzaklaştığı içindi biliyorum, düşünmeme fırsat verip de beş saniye daha gitmemiş olsaydı bilinçaltımdaki “gerekliliklerin” ona hazırladığı bir sürü reddeden ve onur kıran kelimeler topluluğu vardı. Söylememe fırsat vermediği kelimeler şuan sadece merak’a ve gülümsemeye dönüşmüştü.
Tüm bu kontrol edemediğim olayın içinde belki duymamışımdır düşüncesiyle gözlerimi tekrar biletten ayırıp diğer elimde tuttuğum telefona çevirdim. Üzerinde sadece saatin kaç olduğunu gösteren rakamlar vardı. O an operatörümün tam olarak çekiyor olmasının, telefonuma beklediğim mesajın gelmemesini açıklayabileceğini sanmıyorum. Bir anda aklıma kokusu geldi, bileti bana uzatırken parfümünü duymuştum. Adı neydi?

13

No Comments »

    
    
   İçimdeki çığlık atma isteği İstanbul’un Boğaz’ında düğümlendi. O düğümü oracıkta çözebilseydim, deniz dalgalar arasında bütün klişeleri oracıkta boğacaktı sanki. Beynim tekrar geriye sarıyordu düşüncelerimi, gözümün önüne düşüyordu aklımdan geçenler, sonra onun resmine rastlıyordu zihnim. Okuduğum romanın ilk satırlarıyla oynamaya başlıyordum birden; orda bahsi geçen kahveden ben zaten bir yudum almıştım ve bütün cesaretimi katlayıp kitabının arasına sıkıştırmıştım. Belki de cesaretim orda sıkıştığı için adımlar koşarak uzaklaştı ondan; yetmedi daha fazlası için. 

   Birden “o an olması gereken buydu” diye düşünürken kendimle tartışmaya başlamıştım;  “Gerek miydi? Hayır, aslında, hayatta, olması gereken bir şey yok ki.”dedim yüksek sesle. Sürekli olması gereken şeylerin etrafında debelenen bunca insan, neden gerek’lere bu kadar saplantılı? Onlara göre, “tanımadığım” bir adamın masasına gitmeme gerek yoktu. Gereklilikleri doğrularıyla orantılıydı, çünkü gerek’leri taktik dolu kurallarla bezenmişti. Oysa onlarla aramızdaki en belirgin fark; lügatlarımızdı. Ben “olması gereken buydu” dediğimde evrenle aramdaki bir uyumun sahnedeki oyunundan bahsediyordum, onlar ise yapılması uygun olan şeylerden. Gülüyordum. Bu benim umurumda değildi, peki ya onun? Kendimi gülmekten alamıyordum; o benim için neyin gerekli olduğunu neden umursasın ki? 

   Eğer onların dilinden konuşmayı seçersem belki birkaç kelime oyunuyla sorunu şu şekilde çözebilirdik; -ne de olsa kalıplar onlar için güvenliydi, demek istenilen mühim olmadığı gibi tehlike de yoktu- o masaya gitmem gerekiyordu. Halbuki ben, sadece, o masaya gitmek istiyordum. Bu tek başına yeterli değil miydi? İstemenin içinde sakladığı tutku bana kitaptaki “renk cümbüş”ünden yansımıştı sanırım, evrenin içinde gizlenen işaretlerle etrafım çevrelenmişken gereklilik listesini üzerimde taşıyamıyordum. Nefes alış verişlerim gitgide hızlanıyordu. Yeryüzüne kokusu sinen bu kurallar içinde ortalama insan ömrü ne kadardır? Ne kadarını kalıplar içersinde eritiyoruz da, yavaş yavaş, fark etmeden, yaşarken bile ölmeye başlıyoruz? Yine yapıyorum, yine soruları durduramıyorum. Durun.

   O kitabı masasına bırakmadan önceki ayrıntıyı hatırlıyorum; romandaki önsöz. Yırtıp atıyorum o sayfayı, böylece ona bir romanı rahatlıkla, dilediği gibi, bir şey ön görülmeden okuması için yardım ediyorum. Ne bir önsöz, ne bir son söz.. O roman her ayrıntısıyla orada yaşanmıştır ve başka hiçbir söze ihtiyacı yoktur. 

     Telefonum çaldığında artık geride bıraktım sandığım adamdan sadece beş adım ötede olduğumu fark ettim. Ekrana sıçrayan kuş pisliğinin şans getirdiğine inanmak isterdim ama o oracıktayken saçımdan damlayan bu pislikle ne kadar şanslı olabilirdim ki? Soluğu tuvalette alırken konuşuyordum aynadakiyle; o an zamanı nasıl oldu da durdurabildim? Garson kapımı çalıyordu, -“Hanımefendi, iyi misiniz?”. -“İyiyim iyiyim, sadece biraz şanslıymışım bugün.” diyerek açtım kapıyı ve hemen oranın başka bir çıkış kapısı olup olmadığını sordum. Üzerimdeki bu heyecanı da o kitabın arasına katlayıp koymuş olsaydım eğer, adam hemen yardımıma koşacak ve bu hızla akıp giden dakikaları saatlere yayarak beni sakinleştirecek gibi hissediyordum. İlk defa mı böyle bir şey hissediyordum, yoksa ilk defa mı olması gerekenleri unutup ruhumu havalandırıyordum, bilmiyorum. Sadece onunla aramda bir bağ vardı ve ben orayı bir türlü terk edemiyordum.

12

No Comments »


“Bir gün içinde ne yapabilir ki monoton hayatı olan bir insan?” cümlesiyle konuştum o gün. Sabah kalkar; sabah kalktım. Elini yüzünü yıkar; elimi yüzümü yıkadım. Yalnızsa kahvaltı yapmaz, evde birileri varsa kahvaltı yapar;  annemle kahvaltı yaptım. İşe gider; işe gittim. İşte rutin yapılacakları gerçekleştirir; rutin yapılacakları gerçekleştirdim. Öğle yemeğini yer; öğle yemeğimi yedim; rutinlere devam eder; rutinlere devam ettim. Arada sırada telefonla konuşur; üç-beş defa telefonla konuştum. Tuvalete gider; tuvalete gittim. Mesai saatinin bitmesini bekler; mesai saatinin bitmesini bekledim. Mesai saati biter; mesai saati bitti..

Sonra eve de dönebilirdim; ama ben “nasılsın?” mesajının peşinden gitmeyi tercih ettim. Önce Kuğulu Park’a inip belki kendimi biraz şımartmak için dondurma aldım. Karamel, vanilya ve kakao… Sonra, iki gün önce gelen mesaja girip baktım tekrar. Gözbebeğim tek tek tüm harflerin üzerinde dolaştı milyon defa, tek tek harfleri büyülttü, küçülttü ve beynim “nasılsın?” sorusuna nasıl bir cevap verilebileceğini düşündü. Cümlenin tüm ögelerini içinde bulunduran bazı kelimeler vardır, upuzun bir mesajdan çok daha fazla anlam barındırırlar içlerinde. Eğer bana nasıl olduğumu soruyorsa ya duyabileceği her cevaba kendini hazırlamıştır -mesela o an ondan habersiz onunla birlikte olabilirim, nefes alışlarını hissediyor olabilirim, göz kapaklarının düşüşünü ve sonrasında da uyurken yastığına nasıl sarılarak uyuduğunu izliyor olabilirim - ya da tamamen “iyiyim sen?” diye geçiştirilecek bir cevap bekliyordur - ki böylesi bir durumda onun ses tonunu, vurdumduymazlığını ve soruyu sorup cevabını dinlememe gibi en nefret ettiğim mimiklerini hayal edip ona göre cevap vermeliyim. Hangi yolu seçmem gerektiğini bilemeden “evde misin?” diye yazdığımı gördüm ekranda. Ve alelacele “gönder”e bastım. Sanki şuan gönderemezsem evrendeki tüm küçük şeylerin bir anda işbirliğine girip değişeceğini, tüm tılsımın yok olacağını, yerine yenilerinin ekleneceğini ve bir daha böyle bir fırsatın elime geçemeyeceğini düşünerek dokundum “gönder”e. Nasıl olduğum umurunda değildi, umurunda olup olmadığım da o anda benim umurumda değildi.
Cevabı beklerken etrafı izlemeye başladım. Annesinden biraz uzakta bir ufaklık kuşlara kahkahalarıyla birlikte yemleri savuşturuyordu. Az ilerisinde bir dilenci bankta yalnız oturan bir adamın hüznüne selpak satmaya çalışıyordu. Kuşlar için yem satan kadın gülümseyerek ufaklığın koşuşturmacasını izliyordu. İki sevgili kavga ediyorlardı birbirleriyle, kızın haklı olduğunu düşündüm. Sonra “sonbaharda hep kavga ederler.” diyen sesini duydum sol tarafımda. Tanımadığım biri benimle konuştuğunda yüzümdeki o engelleyemediğim şaşkınlıkla baktım yüzüne. “Bence iki hafta sonra çarşamba günü bir planın yok ve tiyatroya bilet aradın; ama ben 2 bilet aldığım için bilet bulamadın. Bence güzel bir başlangıç, oyun çok güzelmiş.” diye devam etti ben daha şaşkınlığımı hazmedemeden. Bileti elime tutuşturup, yürümeye başladı. Kavga eden iki sevgilinin önünden geçerken cebinden bir çikolata çıkartıp ikiye böldü ve onlara verdi, yine gülümseyerek. Çikolatanın anlık mutluluk aşıladığının farkında. Şaşkınlığı bir tarafa bırakıp elimdeki biletin gerçekliğini hissetmeye ihtiyaç duydum, gülümseyerek bilete baktım:
 "Aşk Hastası - 17 Ekim Çarşamba – Saat 20:00 – DT Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi."

11

No Comments »

Her sabah öpücüklerle uyandırırken onu, saçlarım yüzüne değdikçe, gülümseyişini içime çekerdim. Burnuna doğru yavaş adımlarla giden kahve kokusu nefesimden daha sıcak değildi. Bu yüzden en sevdiği kupasında dudakları gezinirken, birden vazgeçip benim sıcaklığımı içiyordu tek  seferde. Odanın sıcaklığı kahvedeki sütü çoğaltıyordu sanki.. Sanki süt çoğaldıkça ruhumuz beyazlıyor, beyazlar içinde huzurumuz tutkuya karışıp her bir uzvumuz renk cümbüşü oluyordu.

   Hapşurdu; kesildi sözcüklerin sevişmesi. Kahvem çoktan soğumuş, insanlar çoktan bıkmıştı. Kitabın kapağını kapadım. Başımı kaldırıp karşı masaya bakarken saçlarım rüzgarda savruluyordu. Esintinin  gücü ve hazzıyla parmaklarım sanki istemim dışında oynamaya başladı, sonra ellerim; her şeyi yeniden çizmemi, ona renk vermemi istiyordu. Kendimi o an bir tablonun parçası gibi hissediyordum; yağmur, damlalarını rüzgarın coşkusuyla bir bir bırakırken beyazlığa, bütün o boyalar birbirine karışıyor, dağılıyor çizgiler ve sen aniden resimdeki ağız burun oluveriyorsun. O da yetmiyor; ağıza kondurulmuş bir öpücük oluyorsun. Garsona seslendi; kahvesini yenilemek istiyor. Ama bir ayrıntıyı kaçırıyorum; kahvesi Türk asıllı değildi  evet ama nasıl içiyordu kahvesini? Sütlü müydü acaba? Bilmiyordum. Halbuki kahve önemliydi; satırlarımın susuzluğunu gideren tek sıvı.. ve muhtemelen önümdeki kitabın da onunla büyük bir geçmişi vardı.

   Kahvesi geldi, gazetesini katladı, denize doğru çevirdi sandalyesini. O an yüzümdeki tebessümü kırıp parçalamak ve içinden neler çıkacak görmek istedim; fakat sonra aklımdakilerle gözgöze gelip, köşede beklemelerini ama eğer gecikirsem de burayı terketmelerini söyledim. Yavaşça masaların arasından geçtim, kitabın ilk sayfasını kıvırdım; kahvesinden bir yudum alıp, "Sence de güzel bir başlangıç değil mi? Kesinlikle okumalısın."  diyerek  masasına bıraktım. 

   Kahvesi sütlü.. sütlü kahve benim vazgeçilmezim. Bitmemiş bir romanı ona armağan etmek; romanın devamını ondan dinlemeyi umut etmek.
Hem, neden olmasın ki?