Archive for Kasım 2012

16

No Comments »

Duygu ile mantığın bağlarını kopartıp paramparça olduklarını izledim o gece. Mantığıma sapladığım her darbe duygu boşluğumun daha çok büyümesine ve onunla birlikte hafiflememe yardım etti. Evden çıkarken kapıyı kapattığım andaki sesi bu hafiflikle açıklayabiliyorum sadece. Arabaya atlayıp en uzak yolu seçmemin sebebini ise sadece 2-3 şarkı daha fazla dinlemek istemiş olabileceğime bağlıyorum. Şarkılardan medet uman bir hayat, kendiyle ne kadar çok baş başa kalırsa kalsın sadece daha çok içselleştiriyor yalnızlığını; daha çabuk kabul ettiriyor, daha kolay kayıyor kelimeler boğazdan sözlere eşlik eden notalarla. Şarkılar kuramadığım her cümlenin dışavurumu gibi gözükse de benim dışımda olup biten her şeyin içimde oluşturduğu kocaman gölge oyunları… Kaç şarkı dinleyerek yaklaştım Cüneyt Gökçer Sahnesi’ne bilmiyorum, tek hatırladığım hava yağmurluydu ve yağmur Ankara’ya gerçekten çok yakışıyordu. Mesa Plaza’yı gördükten sonra Cüneyt Gökçer’e çok az kaldığını fark ederek ayırdım gözlerimi Ankara’dan ve o anda, o en rahatlatıcı sesiyle “mutlulukla ıslansa dünya…” diye bir şey mırıldandı radyo. Gülümsedim. Şarkıların tanıklık ettiği an’ların kokusu ve tadı hiç bozulmuyor.

Elimde sadece üzerinde K-27 numaralı koltuğa oturmam gerektiğini söyleyen harf ve rakamlar vardı. Yüzünü hayal meyal hatırlıyordum. Gidip yerime oturmak en mantıklı olanıydı ama evden çıkmadan mantığımı yanıma almadığım için içeri girip kafeteryanın önünde beklemeye başladım. Salonda da olabilirdi, kapıdan da girebilirdi. O an sadece kapıya bakıp, içeri girdiğini ve bana doğru yürüdüğünü görmek istiyordum; Kuğulu Park’ta eksikliğini hissettiğim görüntü ve birden yanımda belirmesiyle şuan burada olduğumu düşündürten o his… Birden tüm dünyanın zaman ölçeği değişti; bir göz açıp kapama süresinin 0,5 saniye olduğunu ve bu sürede bir sivrisineğin kanatlarını ortalama 400 defa çırptığını duymuştum bir yerlerde. “Göz açıp kapayana kadar” geçebilecek olan zamanın aslında ne kadar uzun bir süre olduğunu ve normal dilimde saniyeden küçük olan tüm zamanlar benim için yokken, tam şuanda, bulunduğum bu yerde, bir saniyenin binde biri hızında otuz üç santimetre ilerleyebilen sesin, yörüngesi üzerinde otuz metre ilerleyebilen dünyanın ve üç yüz kilometre uzağa ulaşan ışığın yavaşladığını ve hareketlerinin tüm işleyişlerini görebiliyordum. Kapı yavaşça kapandı arkasından. Bilinmezliği büyümsemekten kaynaklanan heyecan, kalp çarpıntısı yapardı her zaman. Birbirini daha yakından tanımak isteyen iki insanın, birbirlerini tanıdıkça uzaklaşmaya başlama duygusu ise açıklanamaz bir sistem, insanoğlunun tüketmeye olan bağımlılığı…

Kaç adım sonra yanımdaydı, ellerini arkadan çıkartıp bir buket beyaz gerbera uzattı. Buketi görünce zaman tekrar yeni formuna büründü, aklımdan geçenlerin hızıyla o an ki yaşanan olayın yavaşlığı arasında bir bağ kurdu. Beyaz gerbera gördüğümde duyduğum o katıksız huzuru nasıl tahmin etmiş olabilir? Elinde uzattığı çiçeklerin bir tesadüf eseri seçilerek bana uzatılıyor olması da ihtimaller dahilinde. Tesadüfün ya da beni gerçekten tanıyor olduğu duygusunun peşinden giderek aldım çiçekleri ellerinden. “Merhaba’lar her zaman güzel bir başlangıca yol açar” yazıyordu buketin üzerindeki kartta, gözlerimi kaldırıp yüzüne baktım ve gülümseyerek “merhaba” dediğini duydum. “Çok beklettim mi? Salona geçmezsin diye düşünmüştüm ben de.”

Tiyatronun başlayacağını haber veren zil dağıttı etrafımızdaki görünmez halkayı. Salona girip arkasından onu takip ederken boynuna ve düşen saçlarına dikkat ettim, ne uzun ne kısa. Gömleğinin yakası omzuna attığı kazağının altında kalmış, kazağı çok hafif eğri duruyor, o an tüm evren o kazağı düzeltmemi bekliyormuş gibi davranıyor. Yerlerimize oturuyoruz, oyun başlamak üzere ve birden duyduğum kokuyla tüm dekorlar yıkılıyor, gözlerimi Kuğulu Park’ta bana bileti uzatırkenki an’a açıyorum; parfümü, Axe Chocolate.

15

1 Comment »

Terk etmeye çalıştığım bu mekan, ona duyduğum arzuyu tüm şiddetiyle ağrıtıyor. Kalp atışlarım git gide hızlanırken onun tüm sakinliğiyle kahvesini yudumlaması, dünyadaki bütün düzeni bozuyor sanki. O an, orda ona bakarken hissettiğim duyguyu iki elimin arasına sıkıştırıp ateşe vermek ve küllerimden cesaretimi büyütmek istedim. Hiç tanımadığım birine karşı duyduğum ateşte cızırdayan ve arada bir alev alıp sönen, üç beş önemsiz duygudan bahsediyorum belki de. Benden başka kim bilebilir ki bunu? Ten’in daha derinlerine dokunabilmeyi başarabilmiş bir insan evladı var mıdır bu soğuk yeryüzünde, bütün bu soğukluğun korkutucu serinliğine rağmen, parmaklarından alev alarak titremeye başlayacak kadar? Bu kadar sorunun içinde yığınla birikmiş cevapların anlamsızlığı gibi varlığım; hiçbir sorunun cevabı hiçbir cevabın içinde değil. Birbirine sürtünen iki bedeni görüyorum onun zihninde; bedenler uzuvlarını esaretten kurtarmış, mücadele ederek iç içe geçmişler ve ne yazık ki iki koca ruh bir köprüyü yakamadan yere çakılmış. Koskocaman bir ziyan; anlaşılmamış bir sürü kelimenin boşa tüketilmiş birer nefesi... Garson, gözlerimin içine bakarak anlamaya çalışıyor dünyamı, şaşkın haliyle, debeleniyor. Nasıl bir sorumluluğun altına girdiğinin farkında değil. Ben bile baştan aşağı kendimin nasıl bir sorumluluk olduğumu anlayamıyorum; onu kabullendim zamanla ama hala üstlenmeye cesaret edemedim. Göz göze geliyoruz, yüzündeki tebessümü yakalıyorum, ne çok şey mırıldanıyor gülüşü. Onunla da tanışmış oldum; hem sütlü kahveyi seviyor, hem çok güzel gülüyor. Sanırım zihninde gezinirken onu uyandırdım ve şimdi kalkmış masasından içeriye doğru geliyor. Bana doğru. O yaklaştıkça, ona duyduğum bu dokunma arzusu, sayfalarını aşındırmanın yarattığı şiddetli bir kaosa dönüşecek, biliyorum. Aniden bir dönüşüm geçireceğim ve tanıdığım bütün insanlar silinecek zihnimden. Ona bakıyorum, görmeye başlıyorum. Nasıl da şeffaflaşıyor adımları ve soyunuyor vücudu. Tüm çıplaklığıyla karşımda şimdi, gülümsemesi hala yüzünde, oynuyor dudakları; “Sanırım ben de kahveni nasıl içtiğini merak ediyorum.”

An’ları incecik bir ipe dizerek diktiğim dünyamın heyecandan atan kalbini hissetmeye başlıyorum. O an’a dek, öğretilen bütün duygular izini bırakarak çıkıp gidiyorlar parmak ucumdan. Ona bakarken geçmişime meydan okuyordum ve kitabı geri uzatıyordu bana, kıvrılan sayfası konuşmaya başlıyordu;

"Anlaşmanın sevişmekten hiçbir farkı yok diye fısıldıyor bütün rüyalarım. Zevkin doruklarında haykırıyorsun bir insanı anlarken. Gerisi ise boşlukta havalanan bembeyaz bir tüyün huzuru ve gitgide sıkışan kalbinin bir yabancının elindeki kıvranışı. Etrafındaki bütün bu olup bitenler sanki masalda çıldıran sevimli kahramanların koşuşturması gibi. Öyle bir karmaşa içersinde sürünüyorsun ki, o gelip seni en can alıcı yerinden öpüyor ve başlıyorsun anlaşılmaya. Karşılıklı soyunmaya başlayan vücutların giysileri yırtık pırtık ve ruhları da yamalanıyor sevişirken. Sabah olup terk ediyorsun yatağı sanki hiç anlamamış ve bugüne kadar da hiç anlaşılmamışsın gibi. O da uyanıyor senin arkandan, sen kahve makinesinin yanında saçlarını toplarken unutuyor her şeyi ve yeniden doğuyor gülüşü. Sen mi? sen çok seviniyorsun; “konuşulacak ne çok şeyimiz var, otur sen, geliyorum şimdi” diyerek dudaklarını ıslatıyorsun, derin bir nefes çekip başlıyorsun anlatmaya."

Sonra ekliyor; “Bu romandan etkilenmemek mi? mümkün değil.”