12


“Bir gün içinde ne yapabilir ki monoton hayatı olan bir insan?” cümlesiyle konuştum o gün. Sabah kalkar; sabah kalktım. Elini yüzünü yıkar; elimi yüzümü yıkadım. Yalnızsa kahvaltı yapmaz, evde birileri varsa kahvaltı yapar;  annemle kahvaltı yaptım. İşe gider; işe gittim. İşte rutin yapılacakları gerçekleştirir; rutin yapılacakları gerçekleştirdim. Öğle yemeğini yer; öğle yemeğimi yedim; rutinlere devam eder; rutinlere devam ettim. Arada sırada telefonla konuşur; üç-beş defa telefonla konuştum. Tuvalete gider; tuvalete gittim. Mesai saatinin bitmesini bekler; mesai saatinin bitmesini bekledim. Mesai saati biter; mesai saati bitti..

Sonra eve de dönebilirdim; ama ben “nasılsın?” mesajının peşinden gitmeyi tercih ettim. Önce Kuğulu Park’a inip belki kendimi biraz şımartmak için dondurma aldım. Karamel, vanilya ve kakao… Sonra, iki gün önce gelen mesaja girip baktım tekrar. Gözbebeğim tek tek tüm harflerin üzerinde dolaştı milyon defa, tek tek harfleri büyülttü, küçülttü ve beynim “nasılsın?” sorusuna nasıl bir cevap verilebileceğini düşündü. Cümlenin tüm ögelerini içinde bulunduran bazı kelimeler vardır, upuzun bir mesajdan çok daha fazla anlam barındırırlar içlerinde. Eğer bana nasıl olduğumu soruyorsa ya duyabileceği her cevaba kendini hazırlamıştır -mesela o an ondan habersiz onunla birlikte olabilirim, nefes alışlarını hissediyor olabilirim, göz kapaklarının düşüşünü ve sonrasında da uyurken yastığına nasıl sarılarak uyuduğunu izliyor olabilirim - ya da tamamen “iyiyim sen?” diye geçiştirilecek bir cevap bekliyordur - ki böylesi bir durumda onun ses tonunu, vurdumduymazlığını ve soruyu sorup cevabını dinlememe gibi en nefret ettiğim mimiklerini hayal edip ona göre cevap vermeliyim. Hangi yolu seçmem gerektiğini bilemeden “evde misin?” diye yazdığımı gördüm ekranda. Ve alelacele “gönder”e bastım. Sanki şuan gönderemezsem evrendeki tüm küçük şeylerin bir anda işbirliğine girip değişeceğini, tüm tılsımın yok olacağını, yerine yenilerinin ekleneceğini ve bir daha böyle bir fırsatın elime geçemeyeceğini düşünerek dokundum “gönder”e. Nasıl olduğum umurunda değildi, umurunda olup olmadığım da o anda benim umurumda değildi.
Cevabı beklerken etrafı izlemeye başladım. Annesinden biraz uzakta bir ufaklık kuşlara kahkahalarıyla birlikte yemleri savuşturuyordu. Az ilerisinde bir dilenci bankta yalnız oturan bir adamın hüznüne selpak satmaya çalışıyordu. Kuşlar için yem satan kadın gülümseyerek ufaklığın koşuşturmacasını izliyordu. İki sevgili kavga ediyorlardı birbirleriyle, kızın haklı olduğunu düşündüm. Sonra “sonbaharda hep kavga ederler.” diyen sesini duydum sol tarafımda. Tanımadığım biri benimle konuştuğunda yüzümdeki o engelleyemediğim şaşkınlıkla baktım yüzüne. “Bence iki hafta sonra çarşamba günü bir planın yok ve tiyatroya bilet aradın; ama ben 2 bilet aldığım için bilet bulamadın. Bence güzel bir başlangıç, oyun çok güzelmiş.” diye devam etti ben daha şaşkınlığımı hazmedemeden. Bileti elime tutuşturup, yürümeye başladı. Kavga eden iki sevgilinin önünden geçerken cebinden bir çikolata çıkartıp ikiye böldü ve onlara verdi, yine gülümseyerek. Çikolatanın anlık mutluluk aşıladığının farkında. Şaşkınlığı bir tarafa bırakıp elimdeki biletin gerçekliğini hissetmeye ihtiyaç duydum, gülümseyerek bilete baktım:
 "Aşk Hastası - 17 Ekim Çarşamba – Saat 20:00 – DT Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi."

This entry was posted on 4 Ekim 2012 Perşembe. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0. You can leave a response.

Leave a Reply