“Bir
gün içinde ne yapabilir ki monoton hayatı olan bir insan?” cümlesiyle konuştum
o gün. Sabah kalkar; sabah kalktım. Elini yüzünü yıkar; elimi yüzümü yıkadım.
Yalnızsa kahvaltı yapmaz, evde birileri varsa kahvaltı yapar; annemle kahvaltı yaptım. İşe gider; işe
gittim. İşte rutin yapılacakları gerçekleştirir; rutin yapılacakları
gerçekleştirdim. Öğle yemeğini yer; öğle yemeğimi yedim; rutinlere devam eder;
rutinlere devam ettim. Arada sırada telefonla konuşur; üç-beş defa telefonla
konuştum. Tuvalete gider; tuvalete gittim. Mesai saatinin bitmesini bekler;
mesai saatinin bitmesini bekledim. Mesai saati biter; mesai saati bitti..
Sonra
eve de dönebilirdim; ama ben “nasılsın?” mesajının peşinden gitmeyi tercih
ettim. Önce Kuğulu Park’a inip belki kendimi biraz şımartmak için dondurma
aldım. Karamel, vanilya ve kakao… Sonra, iki gün önce gelen mesaja girip baktım
tekrar. Gözbebeğim tek tek tüm harflerin üzerinde dolaştı milyon defa, tek tek
harfleri büyülttü, küçülttü ve beynim “nasılsın?” sorusuna nasıl bir cevap
verilebileceğini düşündü. Cümlenin tüm ögelerini içinde bulunduran bazı kelimeler
vardır, upuzun bir mesajdan çok daha fazla anlam barındırırlar içlerinde. Eğer bana
nasıl olduğumu soruyorsa ya duyabileceği her cevaba kendini hazırlamıştır
-mesela o an ondan habersiz onunla birlikte olabilirim, nefes alışlarını
hissediyor olabilirim, göz kapaklarının düşüşünü ve sonrasında da uyurken
yastığına nasıl sarılarak uyuduğunu izliyor olabilirim - ya da tamamen “iyiyim
sen?” diye geçiştirilecek bir cevap bekliyordur - ki böylesi bir durumda onun ses
tonunu, vurdumduymazlığını ve soruyu sorup cevabını dinlememe gibi en nefret
ettiğim mimiklerini hayal edip ona göre cevap vermeliyim. Hangi yolu seçmem
gerektiğini bilemeden “evde misin?” diye yazdığımı gördüm ekranda. Ve alelacele
“gönder”e bastım. Sanki şuan gönderemezsem evrendeki tüm küçük şeylerin bir
anda işbirliğine girip değişeceğini, tüm tılsımın yok olacağını, yerine yenilerinin
ekleneceğini ve bir daha böyle bir fırsatın elime geçemeyeceğini düşünerek
dokundum “gönder”e. Nasıl olduğum umurunda değildi, umurunda olup olmadığım da o
anda benim umurumda değildi.
Cevabı
beklerken etrafı izlemeye başladım. Annesinden biraz uzakta bir ufaklık kuşlara
kahkahalarıyla birlikte yemleri savuşturuyordu. Az ilerisinde bir dilenci
bankta yalnız oturan bir adamın hüznüne selpak satmaya çalışıyordu. Kuşlar için
yem satan kadın gülümseyerek ufaklığın koşuşturmacasını izliyordu. İki sevgili
kavga ediyorlardı birbirleriyle, kızın haklı olduğunu düşündüm. Sonra “sonbaharda
hep kavga ederler.” diyen sesini duydum sol tarafımda. Tanımadığım biri benimle
konuştuğunda yüzümdeki o engelleyemediğim şaşkınlıkla baktım yüzüne. “Bence iki
hafta sonra çarşamba günü bir planın yok ve tiyatroya bilet aradın; ama ben 2
bilet aldığım için bilet bulamadın. Bence güzel bir başlangıç, oyun çok
güzelmiş.” diye devam etti ben daha şaşkınlığımı hazmedemeden. Bileti elime
tutuşturup, yürümeye başladı. Kavga eden iki sevgilinin önünden geçerken
cebinden bir çikolata çıkartıp ikiye böldü ve onlara verdi, yine gülümseyerek.
Çikolatanın anlık mutluluk aşıladığının farkında. Şaşkınlığı bir tarafa bırakıp
elimdeki biletin gerçekliğini hissetmeye ihtiyaç duydum, gülümseyerek bilete
baktım:
"Aşk Hastası - 17 Ekim Çarşamba –
Saat 20:00 – DT Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi."