13

    
    
   İçimdeki çığlık atma isteği İstanbul’un Boğaz’ında düğümlendi. O düğümü oracıkta çözebilseydim, deniz dalgalar arasında bütün klişeleri oracıkta boğacaktı sanki. Beynim tekrar geriye sarıyordu düşüncelerimi, gözümün önüne düşüyordu aklımdan geçenler, sonra onun resmine rastlıyordu zihnim. Okuduğum romanın ilk satırlarıyla oynamaya başlıyordum birden; orda bahsi geçen kahveden ben zaten bir yudum almıştım ve bütün cesaretimi katlayıp kitabının arasına sıkıştırmıştım. Belki de cesaretim orda sıkıştığı için adımlar koşarak uzaklaştı ondan; yetmedi daha fazlası için. 

   Birden “o an olması gereken buydu” diye düşünürken kendimle tartışmaya başlamıştım;  “Gerek miydi? Hayır, aslında, hayatta, olması gereken bir şey yok ki.”dedim yüksek sesle. Sürekli olması gereken şeylerin etrafında debelenen bunca insan, neden gerek’lere bu kadar saplantılı? Onlara göre, “tanımadığım” bir adamın masasına gitmeme gerek yoktu. Gereklilikleri doğrularıyla orantılıydı, çünkü gerek’leri taktik dolu kurallarla bezenmişti. Oysa onlarla aramızdaki en belirgin fark; lügatlarımızdı. Ben “olması gereken buydu” dediğimde evrenle aramdaki bir uyumun sahnedeki oyunundan bahsediyordum, onlar ise yapılması uygun olan şeylerden. Gülüyordum. Bu benim umurumda değildi, peki ya onun? Kendimi gülmekten alamıyordum; o benim için neyin gerekli olduğunu neden umursasın ki? 

   Eğer onların dilinden konuşmayı seçersem belki birkaç kelime oyunuyla sorunu şu şekilde çözebilirdik; -ne de olsa kalıplar onlar için güvenliydi, demek istenilen mühim olmadığı gibi tehlike de yoktu- o masaya gitmem gerekiyordu. Halbuki ben, sadece, o masaya gitmek istiyordum. Bu tek başına yeterli değil miydi? İstemenin içinde sakladığı tutku bana kitaptaki “renk cümbüş”ünden yansımıştı sanırım, evrenin içinde gizlenen işaretlerle etrafım çevrelenmişken gereklilik listesini üzerimde taşıyamıyordum. Nefes alış verişlerim gitgide hızlanıyordu. Yeryüzüne kokusu sinen bu kurallar içinde ortalama insan ömrü ne kadardır? Ne kadarını kalıplar içersinde eritiyoruz da, yavaş yavaş, fark etmeden, yaşarken bile ölmeye başlıyoruz? Yine yapıyorum, yine soruları durduramıyorum. Durun.

   O kitabı masasına bırakmadan önceki ayrıntıyı hatırlıyorum; romandaki önsöz. Yırtıp atıyorum o sayfayı, böylece ona bir romanı rahatlıkla, dilediği gibi, bir şey ön görülmeden okuması için yardım ediyorum. Ne bir önsöz, ne bir son söz.. O roman her ayrıntısıyla orada yaşanmıştır ve başka hiçbir söze ihtiyacı yoktur. 

     Telefonum çaldığında artık geride bıraktım sandığım adamdan sadece beş adım ötede olduğumu fark ettim. Ekrana sıçrayan kuş pisliğinin şans getirdiğine inanmak isterdim ama o oracıktayken saçımdan damlayan bu pislikle ne kadar şanslı olabilirdim ki? Soluğu tuvalette alırken konuşuyordum aynadakiyle; o an zamanı nasıl oldu da durdurabildim? Garson kapımı çalıyordu, -“Hanımefendi, iyi misiniz?”. -“İyiyim iyiyim, sadece biraz şanslıymışım bugün.” diyerek açtım kapıyı ve hemen oranın başka bir çıkış kapısı olup olmadığını sordum. Üzerimdeki bu heyecanı da o kitabın arasına katlayıp koymuş olsaydım eğer, adam hemen yardımıma koşacak ve bu hızla akıp giden dakikaları saatlere yayarak beni sakinleştirecek gibi hissediyordum. İlk defa mı böyle bir şey hissediyordum, yoksa ilk defa mı olması gerekenleri unutup ruhumu havalandırıyordum, bilmiyorum. Sadece onunla aramda bir bağ vardı ve ben orayı bir türlü terk edemiyordum.

This entry was posted on 9 Ekim 2012 Salı. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0. You can leave a response.

Leave a Reply