İçimdeki çığlık atma isteği İstanbul’un Boğaz’ında düğümlendi. O düğümü oracıkta çözebilseydim, deniz dalgalar arasında bütün klişeleri oracıkta boğacaktı sanki. Beynim tekrar geriye sarıyordu düşüncelerimi, gözümün önüne düşüyordu aklımdan geçenler, sonra onun resmine rastlıyordu zihnim. Okuduğum romanın ilk satırlarıyla oynamaya başlıyordum birden; orda bahsi geçen kahveden ben zaten bir yudum almıştım ve bütün cesaretimi katlayıp kitabının arasına sıkıştırmıştım. Belki de cesaretim orda sıkıştığı için adımlar koşarak uzaklaştı ondan; yetmedi daha fazlası için.
Birden “o an olması gereken buydu” diye
düşünürken kendimle tartışmaya başlamıştım; “Gerek miydi? Hayır, aslında, hayatta, olması
gereken bir şey yok ki.”dedim yüksek sesle. Sürekli olması gereken şeylerin etrafında
debelenen bunca insan, neden gerek’lere bu kadar saplantılı? Onlara göre, “tanımadığım”
bir adamın masasına gitmeme gerek yoktu. Gereklilikleri doğrularıyla
orantılıydı, çünkü gerek’leri taktik dolu kurallarla bezenmişti. Oysa onlarla
aramızdaki en belirgin fark; lügatlarımızdı. Ben “olması gereken buydu”
dediğimde evrenle aramdaki bir uyumun sahnedeki oyunundan bahsediyordum, onlar
ise yapılması uygun olan şeylerden. Gülüyordum. Bu benim umurumda değildi, peki
ya onun? Kendimi gülmekten alamıyordum; o benim için neyin gerekli olduğunu
neden umursasın ki?
Eğer onların dilinden konuşmayı seçersem
belki birkaç kelime oyunuyla sorunu şu şekilde çözebilirdik; -ne de olsa kalıplar
onlar için güvenliydi, demek istenilen mühim olmadığı gibi tehlike de yoktu- o
masaya gitmem gerekiyordu. Halbuki ben, sadece, o masaya gitmek istiyordum. Bu
tek başına yeterli değil miydi? İstemenin içinde sakladığı tutku bana kitaptaki
“renk cümbüş”ünden yansımıştı sanırım, evrenin içinde gizlenen işaretlerle
etrafım çevrelenmişken gereklilik listesini üzerimde taşıyamıyordum. Nefes alış
verişlerim gitgide hızlanıyordu. Yeryüzüne kokusu sinen bu kurallar içinde ortalama
insan ömrü ne kadardır? Ne kadarını kalıplar içersinde eritiyoruz da, yavaş
yavaş, fark etmeden, yaşarken bile ölmeye başlıyoruz? Yine yapıyorum, yine
soruları durduramıyorum. Durun.
O kitabı masasına bırakmadan önceki
ayrıntıyı hatırlıyorum; romandaki önsöz. Yırtıp atıyorum o sayfayı, böylece ona
bir romanı rahatlıkla, dilediği gibi, bir şey ön görülmeden okuması için yardım
ediyorum. Ne bir önsöz, ne bir son söz.. O roman her ayrıntısıyla orada yaşanmıştır
ve başka hiçbir söze ihtiyacı yoktur.
Telefonum
çaldığında artık geride bıraktım sandığım adamdan sadece beş adım ötede
olduğumu fark ettim. Ekrana sıçrayan kuş pisliğinin şans getirdiğine inanmak
isterdim ama o oracıktayken saçımdan damlayan bu pislikle ne kadar şanslı
olabilirdim ki? Soluğu tuvalette alırken konuşuyordum aynadakiyle; o an zamanı
nasıl oldu da durdurabildim? Garson kapımı çalıyordu, -“Hanımefendi, iyi
misiniz?”. -“İyiyim iyiyim, sadece biraz şanslıymışım bugün.” diyerek açtım kapıyı
ve hemen oranın başka bir çıkış kapısı olup olmadığını sordum. Üzerimdeki bu
heyecanı da o kitabın arasına katlayıp koymuş olsaydım eğer, adam hemen
yardımıma koşacak ve bu hızla akıp giden dakikaları saatlere yayarak beni
sakinleştirecek gibi hissediyordum. İlk defa mı böyle bir şey hissediyordum,
yoksa ilk defa mı olması gerekenleri unutup ruhumu havalandırıyordum, bilmiyorum.
Sadece onunla aramda bir bağ vardı ve ben orayı bir türlü terk edemiyordum.